Bir dinozorun anıları'ndan alınmıştır


1959'da trenle Madrid'den Roma'ya giderken, karşımda bir papaz oturuyordu. Esmer, ince uzun, orta yaşlı, yakışıklı bir adamdı. Assisi'li San Francesco'nun kurduğu Fransızken mezhebinin beyaz cüppesi vardı sırtında, belinde tahtadan kaim bir zincir, çıplak ayaklarında da sandallar. ("Sandalet" değil, "sandal" yazıyorum çok bilinçli olarak. Çünkü, Almanca bilmem ama, Fransızcada da, İngilizcede de "sandalet" diye bir sözcük yoktur. "Sandalet" turistik, sosyetik, virütik, trajedik, melodik ve daha niceleri gibi bizim bir uydurmamızdır.

Türkçelerini kullanacağımıza, Avrupa dillerinden aldığımız sözcükleri bozarız. "Kaldırım" demeyiz de, "trotuar" yerine "tretuar" deriz. 'Şovinist" yerine "şovenist" deriz; "narsisist" yerine "narsist, terörist" yerine "terörist" deriz, "depresyon" yerine "deprasyon" deriz. Bozuk kullandığımız bu sözcükler arasında benim Şahsen en çok bozulduğum "akademisyen" sözcüğü.

Üniversi te hocaları kendilerine neden düpedüz "öğretim üyesi" demeyip, üstelik yanlış olarak yabancı bir sözcük kullanırlar acaba? Ancak bir akademinin üyesine "akademisyen" denilir. Academie Française'in ya da Royal Academy'nin üyeleri akademisyendir. Üniversite öğretim üyelerine, Fransızlar "universitaire" derler, İngilizler de "academic" derler. "Academic" sadece sıfat değil, addır aynı zamanda. Bu uydurma akademisyen sözcüğü emekli bir "academic" olarak beni çok tedirgin ettiği için bu uzun parantezi açtım.) Neyse, sandalet değil sandal giyen papaza geri dönelim.

Bir rastlantı sonucu o papaz on yedinci yüzyıl İngiliz mistik şairlerinin bir antolojisini okuyordu; ben de aynı gruptan George Herbert'in şiirlerini. (Her nedense, benim gibi dinsizler çok meraklıdırlar mistik edebiyata.) Bir süre sonra, adam, Roma'ya hacca mı gittiğimi sordu nezaketle. Ben ise, hırt bir biçimde kötü kötü sırıtarak, Roma'ya hacca değil, hoş vakit geçirmeye gitiğimi; çünkü resmi olarak Müslüman, ama aslında tanrıtanımaz olduğumu; Katolikliği de özellikle kötü bir din saydığımı açıkladım. Papazın içerleyip, ağzımı bir daha hiç açmayacağını sanmıştım. Ama o, hiçbir tatsızlık olmamış gibi, kendini tanıttı adı Fabio Giardini imiş. (Fransızken'lerden çok sayıda Papa çıktığını övünerek anlattığı için, adını kaydediyorum. Günün birinde belki o da Papa seçilir.) Vatikan Koleji'nde edebiyat hocasıymış. Şundan bundan özellikle edebiyattan söz ediyordu. Çok da bilgiliydi bu konuda.

Ama ben, sözü edebiyattan dine getirip, adamın üstüne üstüne gidiyordum. Papaz gülümsüyor, söylediklerime hiç alınmıyordu sanki. Üstelik, tren durdukça, istasyona iniyor, büfeye koşuyor; bana sandviçler, çikolata ve biskui paketleri, renk renk gazozlar getiriyordu.

Bense, bir yandan çikolataları atıştırırken, bir yandan da saldırılarımı sürdürüyordum.

Sonunda, papaz dedi ki: "Sizinle tartışmamı, hattâ sizi ayıplamamı istiyorsunuz. Ama boşuna uğraşıyorsunuz; bunu yapmayacağım. Çünkü ikisi de öğretmen olan annemle babam, tıpkı sizin gibi; insan sever, erdemli ve solcu dinsizlerdi. Bana kalırsa, onlar ve sizin gibileri, dindar geçinen çoğu insandan çok daha değerlidirler Tanrının gözünde." Annesiyle babasının dinsizliğine tepkisinden ötürü mü papaz olduğunu sordum; ama buna bir yanıt vermedi. Ben de adamın diniyle imanıyla uğraşmaktan vazgeçtim. Üç gün iki gece, güzel güzel konuştuk.

Gelgelelim papaz, Roma İstasyonunda benden ayrılırken, elimi tuttu ve duyarlı bir sesle korkunç, bir lâf etti: "Siz iyi bir insansınız" dedi, "Tanrıya sığınmak isteğini hiçbir zaman duymamanız için, dua edeceğim." Adam bunu söyler söylemez, gözümün önüne iki küçük tabut geldi. "Ya oğluma, kızıma bir şey olursa" diye' düşündüm bir an. Sevdiklerimin ölebileceği korkusu öteden beri bir psikoz halindedir bende. Hep bastırmaya çalıştığım bu psikozun ortasına beni sürüklemenin yolunu bulmuştu o hınzır papaz.

Ne var ki, başıma felâketler gelince de, sevdiklerim ölünce de, Tanrıya sığınmak gereğini duymadım. Çünkü sığınacak başka inançlarım vardı. Yeryüzünde kardeşliğe inanıyordum, huzur ve barış içinde yaşamaya inanıyordum, toplumsal adalete inanıyordum. Ve her şeyden çok insanlığa ve insanların yaratıcı gücüne inanıyordum. Kendisi bir din adamı olan Jonathan Swift, "ancak birbirimizden nefret edecek kadar dindarız; birbirimizi sevecek kadar dindar değiliz" demişti. Ben insanları sevdiğim için, çok dindar sayılmam gerekir belki de. Madrid-Roma trenindeki Katolik papaz da buna benzer bir şey söylemişti. Kendi annesiyle babası ve benim gibi insan sevgisi duyabilen tanrıtanımazların "doğal dindarlar" olduğundan söz etmişti.

Ben insanları sadece sevmekle yetinmem. Tanıdıklarıma da, tanımadıklarıma da sonsuz bir merakla bakarım. Tanıdıklarımı daha çok, daha iyi anlamaya çalışır, uzun uzun incelerim.

Mina Urgan



Bir dinozorun anıları' ndan alınmıştır
























Yorumlar

Belgeseller

Bu blogdaki popüler yayınlar

NUŞİREVAN'IN ADALETİ

Cehennem Adası

Nihal Atsız'ın "Topal asker" şiirini yazmasına neden olan olay