Buda
Adem’in insanın kaderinde, refaha ulaşınca isyan etmesi bir
kanundur. Çünkü refah, insan hayatını anlamsız ve
abesleştirmekte. Artık hiçbir şeyde heyecan, ümit, beklenti ve
gelecek bırakmamakta. İç aleme yönelme, zühd, sofuluk, riyazet,
işkence, tüketimi reddetmeyle uğraştırarak isyan ettiriyor.
“Buda”, böyle bir insanı yansıtır. O kendi
hayatının cennetine karşı isyan etmektedir. Bugünkü Batı
insanının ulaştığı da budur. Tümüyle maddi olan; kendisine
hiç maneviyat, mektep ve iman olmayan, refah ve salt yararlanma
düzenine karşı isyan etmektedir. Kaderi, sadece maddi hayat, madde
ve tüketimin üstünlüğü esasına göre, hayatını cennet yapmak
isteyen insanın kaderidir ve sonunda vardığı yer, boşluk, isyan
ve tüketimci hayatın tahrip edilmesidir. Bugünkü Batı’nın ve
Buda’nın kaderi de budur.
Bu yüzden Buda, bugünkü batıda bütün
peygamberlerden daha çok ilgi görmektedir. {Tüketim ve iş, iş ve
tüketim, ahmaklık ve batıl sınırlarda gençleri dolaştıran
Batı düzeni). Amerikalı ve Avrupalı gençlik seli, Hint tarafına
doğru baş aşağı akmaktadır. O halde Buda’yı ve onun kaderini
tanımak, tüketim dünyasını ve batının kaderini tanımak
demektir.
Buda’nin Hayati
Buda, Benars’tan bir şehzadedir. Babası o
ülkenin padişahı ve Racası’dır. Annesi hamile kalınca, baba çok
sayıda Brahman ve kahin çağırır. Derler ki: “Bu çocuk,
uyarıcı ve uyanık bir Buda olacak, dünyayı değiştirecek ve
büyük bir rahip olacaktır.” Lükse düşkün olan babası bir
tek çocuğu da olunca korkmaya başlar. Buda doğduğunda, O’nu
yapay şartların içine koyar. O’nun için acayip, müreffeh ve
sınırlı bir hayat hazırlar ki rahipler, toplumun seçkinler
kesimi ve sosyal hayatla bir ilişkisi olmasın. (Ki sonra sürçer,
hayatı reddetmeye, sonunda da saltanatı kaybet meye ve ruhbaniyete
mecbur olur). Bu yüzden O’nun için rengarenk bağlar, büyük
havuzlar yapar. Her havuzda, değişik renkten bir nilüfer. Bir
havuz kırmızı nilüferli, bir havuz mavi, bir havuz beyaz.
Dünyadaki iyi güzelliklerle süslenmiş haşmetli saraylar.
Dünyanın en iyi müzisyenleri, dansçıları, sanatkarları O’nun
hizmetindeydi. O’nu ipek bir çadırın içine koymuşlardı,
üzerine asla güneş doğmuyordu. O’na asla sıcak, soğuk, toz
ulaşmıyordu; etkilerini hissetmiyordu. Asla acı bir söz işitmiyordu. Böylesi bir sükunette. En iyi ve en güzel kızlar,
yelpazeyle onu serinletiyorlardı. Bedenini dünyanın en iyi
yağlarıyla sıvazlıyorlar dı. Kısacası şehzadeyi öyle bir
terbiye etmeleri gerekir ki hayatın mutluluğunu tatsın, bu maddi
hayatın lezzeti onu irfanı kaygıdan, züht ve brahmanlıktan gafil
kılsın!
Buda, 16-17 yaslarına ulaşınca; bir gün
sevdiği arabacısına: “Gel beni gezmeye götür” der. Arabacı
onu gezmeye götürür.
“Arabacı, bu kim?”
Bu bir ihtiyardır, deyince:
“İhtiyar kimdir?” diye sorar. Der ki:
“Yaşlanmış, senin ve benim gibi bir adam.”
“Yaşlılık nedir?” diye sorar.
“Herkesin varması gereken bir aşama,” der.
Sonra:
“Ben demi?” O da:
“Siz bile.” Buda der ki:
“Ben henüz bu yaşlılıktan geçmemiş miyim?”
“Hayır,” der.
“Benim de mi ondan geçmem gerekir?”
“Evet,” deyince:
“Bugünkü gezme benim için yeterli” der.
Köşke döner. Ama düşüncelidir. Tüm gece
boyunca ve ertesi gün boyunca hep yaşlılığı düşünmektedir.
{O’nun da düçar olması gereken bu korkunç durum!} Birkaç gün
sonra der ki:
“Arabacı, beni gezmeye götür.”
Gezmeye giderler. Gözleri açık, dudağı
sarkmış, kurumuş, ağzı açık kalmış, başkalaşmış, şekli
değişmiş bir adam görür.
“Bu kimdir?” diye sorar.
“Hastadır.”
“O nedir?” diye sorar. Der ki:
“Hasta, hastalığın kendisini felakete
uğratırcasına çarptığı kimsedir.”
“Hastalık kimi felakete uğramış gibi yapar?”
diye sorar.
Der ki:
“Hastalık seçim yapmaz, herkesi!”
“Beni demi?”
“Evet, hatta seni bile.”
“Benim de bunun gibi hasta olmam mümkün mü?”
der.
“Evet!..” Buda der ki:
“Bugünkü gezme benim için yeterli beni köşke
götür!”
Bu iki görüntü, O’nu birkaç güne kadar
düşünce ve suskunluğa sürükler. Başka bir gün, tekrar rica
eder ve çıkarlar. Değişik elbiseler giyinmiş ve birinin başına
toplanmış insanlar görür.
“Beni onlara yaklaştır” der. Yaklaştırır.
Sorar:
“Bu kimdir?”
“Ölü” der.
“Ölü” nasıl biridir?” der. Der ki:
“Olü, bu duruma mahkum olan bütün
insanlardır.”
“Ben de mi?” diye sorar:
“Sen de.”
“Nasıl ortaya çıkar? diye sorar.” Der ki:
“Öyle bir ortaya çıkar ki, o şahıs tek
başına gider. Ne anne, ne baba, ne eş, ne de evlat onu artık
tanımazlar. O da artık bunları göremez. Onlar için artık öyle
biri yoktur.”
Titremeye başlar.
Beni köşke götür, der.
Köşke döner. Artık getirdikleri en iyi
yiyecekler bile ağzına bir tat vermez olur. En iyi nağmeler onu
heyecanlandırmaz olur. En iyi lezzetler ve güzellikler, dudağında
asla en küçük bir tebessüm bile meydana getirmez. Her üçü de;
kendisini bekleyen ölüm korkusu yaşlılık ve hastalık her şeyi
onun gözünde anlamsız, geçici, boş yalan ve aldatıcı kılmıştır.
Daha sonraları der ki:
“Arabacı, beni götür. Artık bu köşkte
dayanamıyorum.” Ertesi gün onu götürür.
Sarı elbise giymiş bir adam görür. Başı tras
edilmiş, adeta bir dağ sükuneti ile oturuyor. Sorar:
“Arabacı bu kim?” Der ki:
“Bu rahiptir; zahid ve riyazet yapandır.”
“Rahip, zahid ve riyazet yapan kimdir?” Der
ki:
“Derviş (riyazet ehli olan} asla ve asla
hayata, hayatın zevklerine nefsini, vücudunu kaptırmamış, tümünü
ter ketmiş olan kimsedir.”
“Ne iş yapar, nasıl bir yol tutturmuş da
herseye giden yolu kesmiş ve böylesi sükunete ulaşmış?”
“Onunla sohbet etmek istiyorum,” der.
Gider ve:
“Adam, sen nasıl böyle bir azamet ve mutlak
sükunete ulaştın? Hiçbir sey, seni ne heyecanlandırıyor ne de
korkutuyor? Sen de benim gibi ihtiyar, hasta ve ölü gördün mü?”
Der ki:
“Evet gördüm. Hatta saraylarınızı,
zevklerinizi, mavi, beyaz nilüferlerle süslenmiş havuzlarınızın
hepsini görmüşüm; şimdi de bu yolu seçmişim…” Sorar:
“Bu hangi yoldur?”
“Ev-barksızlık yolu! Ev-barksızlık yolu!”
“Arabacı beni geri götür,” der. Geri
götürür.
Gece yarısıdır, esrarengiz ve fırtına dolu
bir gece (Dünya ve Buda’nın içi fırtına dolu) odasına gelir.
İç taraftaki odada Hint prenseslerinden birinin kızı ve Hint’in
en güzel kızlarından biri olan eşi, efsanevi güzellikteki
karyolaların da uyumuşlardı. Simalarından güzellik, masumiyet ve
sevgi seziliyordu. Saltanat hanedanının göz aydınlığı olan
birkaç günlük çocuk, beyaz bir elbisenin içinde, anne kucağında
uykuya dalmıştı. Buda bu manzaraya hayran kalır; hayatının
başlangıcı bu yeni aşkıdır. Der ki, bunları daha iyi görebilmek
için (eğer daha yakına gidersem) eşimin ve evladımın uyanması
mümkün. Eşimin bakışının bana yönelmesi de mümkün. O zaman
da aramızdaki bağ daha bir güçlenebilir. O zaman onlarla
vedalaşmak benim için daha bir zor olacak. Bu yüzden burada,
kalbimde onlarla vedalaşıyorum. içinden veda edip atına biner,
sonunda uçsuz bucaksız ormanlara, tek başına dalar, kaybolur.
Çeşitli riyazet, işkence, zorluk, büyük
olaylara tahammül, büyük dervişlerin mektebinde ders ve sonra,
dervişlerin hayatını da red aşaması.
Kötü bir durumda bir ağacın altında istirahat
ediyorken ansızın, tanımanın aydınlığı, hakikatin yolu
kalbinde açılıyor; “Buda” olup uyanıklığa ulaşır [Buda:
Uyanık, uyanmış anlamına gelir.] Sehzadeleri olarak terk ettiği
Benars halkını, şimdi mesaj getiren bir derviş sıfatıyla
uyarmaya gitmek için ayağa kalkar.
Buda’nın ulaştığı şuur ve tanıma tek bir
esastan ibarettir. O, şöyle der: “Ey insan! Ne ölümden sonraki
kaygıyı taşı, ne ölümden önceki kaygıyı. Ne riyazet çek, ne
de lezzete esir ol! Belki sadece tanı. Neyi? Bir şeyi:
“İnsan, bir unsurdan yapılmıştır. O da:
Izdırap!… Izdıraptan ibarettir.” Böyle
olunca da bir hedefin olması gerekir:
“Izdıraptan kurtuluş.” Bu iş için, dört
büyük hakikati tanımak gerekir. Birincisi: “Izdırap nedir?
Izdırabın tanınması.” İkincisi: “Izdırabın olduğu yeri
tanımak.”
Üçüncüsü: “Izdıraptan kurtulma.”
Dördüncüsü: “Izdıraptan kurtuluş yolu ve
nirvana sükunetine ulaşmak”. Buda mektebinin can damarı olan,
büyük esası tanımak.
Bu esas: “İnsanın, ızdırabın nereden
kaynaklandığını bilmesi gerekir: İhtiyaçtan, lezzetten ve
susamışlık tan.”
Bağlanmak zevk vericidir, ama ızdırap doğurur.
Çünkü her bağlılık bittiğinde acı verir.
Çünkü her kavuşma daha sonra hicreti
getirmektedir. Tokluk, ızdırap kaynağıdır. Çünkü her tokluktan sonra tekrar bir açlık gelmekte. Suya kanmak ızdırap
kaynağıdır. Heves ızdırap kaynağıdır. Çünkü her hevesten
sonra bıkkınlık gelir. Tanışıklık, ızdırap kaynağıdır.
Çünkü her nismadan sonra düşmanlık gelir. Dostluk ızdırap
kaynağıdır. Çünkü her dostluktan sonra ayrılık gelir.
O halde ızdırabın bütün yolları tanınabilir.
Zira bütün ızdırap yolları lezzetten haz duymaktan geçer. Tek
kurtuluş yolunun, ihtiyaç, eğilim ve lezzetin geçtiği bütün
yolları terk etmektir. Böylece ruh, bunlarla oluşan bütün
kaygılardan kurtulur. O zaman her “şey” bir ada olur. Kendinde
sakın, büyük, ebedi, sonsuz, ihtiyaçsız bir kahraman gibi,
yeryüzünde daima tek başına seyahat eden bir gergedan azametinde.
Hırslı, istekli bir kahraman gibi. Köpeklerin, çakalların
uluması seni etkilemez. Arzu ve isteği, bir böcek gibi ayaklarının
altında ezersin. Arzulara, davetlere bağlanmaksızın, kadın ve
evlat kaygısı olmadan, yalnız bir gergedan gibi, sefere çık.
Vahşi boğalar ve filler gibi. Herhangi birinde ansızın bir
hastalık belirince onların; fillerin ve boğaların kalabalığından
ayrılıp kenara çekilirler. Ormanın bir köşesine giderler. Kendi
içlerinde ve düşüncelerinde gizli bir sükuta dalarlar. Sen de
hayatin bu günlük kavgalarından dışarı çık. Kendini
bataklıktan kurtar, bir gergedan gibi tek başına seyahate çık!
İtikadı usulün toplamından verdiğim “derme” ile, orada sana
uyulması gereken doğru bir hüküm ve ailesiz bir sefer
öğretilmiştir. Bütün yolların sonsuzluğuna ulaşmak, “derme”
de denizin sükűnetine bağlanmak. (“Derme” Buda dininin bir
ilkesidir).
Ali Şeriati – Dinler Tarihi
Yorumlar
Yorum Gönder